Siyah Beyaz Kafalar

Siyah – Beyaz Kafalar

‘Bu şehir bende şişkinlik ve paranoya yapıyor.’

İsviçreli bir bilim kadınının kızıyım. Babam Sperm Bankasından. Saçlarım düz, eşit kalın şeritler halinde sırayla bir beyaz ve bir mavi. Annem gözlerimin çakır yeşili bir göle batırılıp sonra yerleştirilmiş cam olduğuna inanıyor. Ben inanmıyorum.
Hava kararmaya yakın.İki günlük elektrik kesintisinin ilk kilowattsız saatleri.

Yakın bir tarihte, ‘takılabilir ve sürekli kullanıma açık teknolojik aygıt’ kullanımının artmasıyla tasarlanıp yollara döşenmiş, Toprak’ın kullanmayı hiç sevmediği, tek yönlü dikey şeritli sarı kaldırım taşlarının üzerinden gittikçe artan sabit hızla yürüyorum. Saatime bakıyorum. ‘Çok şık ve kibar görünmesine rağmen an itibariyle okula geç kaldığımı yüzüme vuran kabanın teki.’ Ne söylenip duruyorum anlamıyorum. Evden daha erken çıkmalıydım.
Doğa Anaya şükür şerit boş, koş!
Amfi tıklım tıklım. Dev akıllı tahtanın önünde Profesör Dağhan. Yuvarlak gözlükleri için evrilmiş kel kafası ve oval bir yüzü var. Her iki yanağa simetrik uzanan kırmızı gür bıyığının aşağı yukarı hareketi sayesinde orda küçük bir ağız olduğunu tahmin ediyoruz. Dersi dinliyorum.
‘…Anlamı bir insanla diğer bir şeyleri birarada tutan zayıf kimyasal bağken, kalabalık yerlerde ise tutkal: iletişim. İşte bir bireyin diğer birçoğuyla kentte yaşamasının tek nedeni olmasa da en önemlisi: iletişim bağ-tut-kal. Bin türlüsü yaşanıyor. Başta bir kaynak olmak üzere bu kaynaktan çıkan mesaj ve alıcı var. Vericiler-iletiler-alıcılar. Roller değişebiliyor. Bakın sadece bir gece eliniz evinizin şarteline gitsin.Yapabilir misiniz? Siz de çok iyi biliyorsunuz ki hassasiyetle sanal iletişimden mahrum kalmak istemezsiniz. Tekno-Doğa Ana, bio-psiko-sosyal bütünlüğünüze zeval vermesin çocuklar…’

‘Yeşil Elma kokulu mum’ kadar sessiz jeneratörümüzün aküsü de bitince yarısında yetiştiğim ders yarıda kalıyor. Buradaki şarjlı plastik lambalar ancak öğrenciler çıkana kadar yaşayacak beyaz fotonlar dağıtıyorlar.

Bir Okul-öncesi öğrencesinin resim kağıdına renkli tahta kalemlerle yaptığı gölgesiz portreyi andıran kafasında, bir kaç soru işareti gibi duran seyrek saçları, kahverengi uç sonuna kadar bastırılarak konulmuş iki nokta gözü, alnından ağzına doğru yıkılmış bir direği andıran burnu ve ne alaka diyeceğiniz tonda pembe yüzüyle Bozon az ilerden el sallar gibi bi hareket yapıyor. Kafasını hemen önüne eğiyor. Yanında bizim resme meraklı öğrencimizin ikinci deneysel çalışması: Çimen yeşili saçlı, çizgi gözlü, geniş burun delikli Bulutsu. Elinde oldukça küçük bir saksı sulama kabı var . Kantine geçeceğiz. Ha söylemeyi unutmadan, bizler, Baba Zula’nın ‘Babamız bizi sevmedi, çirkiniz’ şarkısındakileriz:
Yaklaşık 25 yıl evvelki Büyük Buhrandan hemen önce tedarik edilip dondurulan girdilerin, vakti gelince bir şirketin kampanyası olarak piyasa sürülmüş çıktılarıyız. Bankadaki saklama kaplarının yapıldığı fabrikanın nükleer sızıntıdan muzdarip oluşundan bi haber müşterileri, faizin ömürlerini aşıp çocuklarına dahi ödetileceğini nereden bilsindi?
Sonuç : sipariş genotipler, tahmin edilmedik fenotipler.

Kantindeyiz.

Hafta içi hergün gece hayatımız burada başlayıp bitiyor. Kafalarına kalem dayatılmış müdavimleriz. ‘Oo bu ne kalabalık!’ Rengarenk simalarla dolu kuyruğu Tavus kuşuna ait sanırsın. Kahveci Star Babadan kahkaha ve bir doz kakaoya batırılmış glikoz sipariş ediyorum. Şaka şaka kahve ve çikolata. Her yere çekilmiş kahvenin ve buzdolabından yeni çıkarıp paketi sıyırarak burnuma dokundurduğum bitter çikolatanın kokusu yayılıyor.
Üçgen bir masaya yol alıyoruz. Buradaki masalar hep geometrik. Dörtgen, beşgen, altıgen. İçbükey otur iki büklüm dur. Çift iseniz dikey bir bistroda dışbükey vakit geçirebilirsiniz tabi. Toprak’ın söylediğine göre hızlı yeme-içme dükkanları için kişi sayısı baz alınarak tasarlanmış.

Bizmkiler laflıyor.

Beni tutan,kalmama neden olan şey az ötede beşgen masada oturan esmer çocuk: Toprak. Düz siyah saçları alnını kapatmış. Siyah gözlü. Sadece bir fırça darbesiyle beyaza boyanmış kaşık burnu, afro-amerikan aile tarafından masaya bırakılmış meyveli dondurma dolu kaseyi andıran ahşap ağzından bir külah dondurma almaya çalışan do. Ne saçmalıyorum yine! Bizim sınıfta Kızılderili torunu olduğu söylenen Toprak işte. Kulakları Alaaddinin lambası. Durun bi dakka! Lambadan çıkmış bir kafa görüyorum. Dev ağzından salyalar akıyor. Şimdilik benden dile, ne dilersen der gibi soğuk mosmor dudakları. Gözler fal taşı. Burnu ölümle işbirliği yapan bir leş yiyicininki gibi kurbanın kafasında. Kızıl saçları ve ateş sarısı gözleriyle Günberi bu! Ne anlatıyor şimdi?!
Sinir oldum, daha fazla dayanamicam kalkıyorum. Masalarına doğru yürüyüp ayakta dikiliyorum.

-Selam.
Beş bir ağızdan ‘selam’ diyorlar.
Neden geldim ki yanlarına öff ya! Toprak’tan ders notlarını mı istesem..? Çok klişe. Diğerleriyle muhabbetim olmadığı gibi Doğanın cezası masada yer de yok. Afalladım. Günberi’ye dönüp ‘saçlarının rengi güzel olmuş’ diyorum. Niye dedimki şimdi bunu!? Ne aptalım. ’Markası nedir acaba?’

Kantindeki tüm çatal bıçak tabak ve dedikodu seslerini bastıran bir kahkaha atıyor Günberi. Kahve ve çikolata kokusu yok oluyor. Her şey susuyor. Birden seyirciyle dolu kapkara bir Tiyatro salonunda tüm sıcak ışığın bir tek ikimize vurduğu final sahnesinde onla ben kalıyoruz.

-İyi de sen renkleri göremiyorsun ki!

Böyle gerçekçi bir replik duymamışsınızdır. Bir şey diyemiyorum. Seyircilerin arasında Toprağın gözlerini arıyorum. Nasıl görmeyi umuyorsam. Dev siyah kadife perdeler üzerime iniyor . Beni boğarcasına sarıyor. Oyun bitti sanıyorum…

Herkes kalkıyor uğultularla kantini terkediyorlar. Öylece kalakalıyorum. Günberi ‘hadi’ diyor Toprağa, ‘derse giriyoruz.’
‘Akü işini halletmişler’ diyor masayı son terkeden biri.

Toprak bana bakıyor . Oyunun iki perdelik olduğunu haber verir gibi ‘siz gidin’ diyor. Şaşkınım. ‘Boş ver sen. Burda hepimiz defoluyuz’ deyip gülümsüyor bana. İçime su serpiyor. Bistroya geçiyoruz. ‘Fakat bundan kimse söz etmez. Hem onun da dilinin kemiği yok.’ Toprak intikamımı alıyor. ‘Mesela masadakilerden birinin de tahammülü yok.’ Trajediyi komediye çeviriyorduk.‘ Mesela Bulutsu saçlarını sürekli ıslatmak zorunda yoksa hızla kuruyup avuç avuç dökülüyor. Bozon da hep çok utangaç’ diye ekliyorum.Lafı değiştirip kantine ve masalara ilişkin teoriler üretiyor.Dışarı çıkıyoruz.Sarı şeritli yoldan yürürken Toprak buna dair de bişeler anlatıyor.

Kent merkezine doğru yürüyoruz…

-Desen! Hadi yemek hazır.
Annem sesleniyor güzel kokuların arasından mutfaktan.
-Tamam geliyorum.
Bugünlük bu kadar yarın devam ederim artık yazmaya.

Mehmet Bar

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.